Pazar, Şubat 12, 2012

Cumartesi, Şubat 11, 2012

intimate as a kiss over a phone and it goes



Son beş yıldır herhalde en çok Wilco'nun müziğini dinlemişimdir. geçen sene çıkan Whole Love da çok iyi. Çok çok iyi... Albümden Rising Red Lung'a bir hayranları video yapmış. İyi yapmış...


Pazartesi, Ağustos 29, 2011

bravo ne akıllar


Ben bu lafı sevdim. Muhlis Bey'i de severdim zaten. Ama bu belli ki Behiç Pek'in çizgisi. Laf da onundur.

Normalde dilime pelesenk olurdu. Sorun şu ki, burada bunu söyleyebileceğim pek az kişi var.

Çarşamba, Ocak 26, 2011

adıyaman'da nokta atışı

Sırrı Süreyya Önder'in iki gün önce Radikal'de yayımlanan yazısından:

(...) Adıyamanlıların “Ev iyisi değil, el iyisi” diye tarif ettiği insanlar vardır. Kendilerinden çok ‘öteki’ni gözetenlere, onlar için dertlenenlere kullanılır."

Adıyamanlılar nokta atışı yapmış, mükemmel bir tarif. Önder, bu arada, el iyisi tarifini Kahtalı hukukçu Sırrı Özbek için veriyor. Okuru, Özbek'in Belge Yayınları'ndan çıkan ve Kökünü Arayan Çınar isimli anılarına yönlendirmek için. Okuyacağım.

Salı, Ocak 25, 2011

beyaz kedi içeriye, siyahlar dışarıya

Yeni yeni sökmeye başladığım Hollandacam bugün ilk defa işe yaradı. Sabah tramvay beklerken, eşimle aramızda Türkçe konuştuğumuzu gören orta yaşlı bir kadın bize yanaştı ve "Hollandaca biliyor musunuz" diyerek elindeki kâğıt parçasını uzattı. Türkçesi de kırık döküktü biraz: "Temizliklere gidiyorum, ev sahibi geçen hafta bu notu yazıp verdi, kediler hakkında, ne diyor?"

Nota baktım; soru bildiğim yerden gelmişti. "Beyaz kediyi sakın dışarıya bırakma, diğer iki siyah kedi çıkabilir!" Tercüme ettim.

Kadın ferahladı. Sonra "Burada mı oturuyorsunuz" diye sordu neşeyle. "Yeni geldik" dedik. İçten gülen, mavi gözleri vardı. "Ben de Bulgar göçmeniyim" diyip koşturarak gidiverdi.

Bulgar göçmeni... Bu ikinci göçü olmuş ama esas uzaklığı ilki ölçüyor demek ki.

Pazar, Ocak 23, 2011

irlanda toprağı

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi John Freely'nin Milliyet'teki röportajından... İstanbul'a dair en iyi kitaplardan Strolling Through Istanbul'un yazarı olan Freely, Milliyet'ten Miraç Zeynep Özkartal'ın yeni yayımlanan Fatih biyografisi (Büyük Türk) üzerine sorularını yanıtlıyor. Konudan bağımsız şu parçalar özellikle güzel:

(...) Kitabı ne kadar sürede yazdınız?
Bir yıl. O sırada üniversitede ders vermeye devam ediyordum çünkü. Şimdi dersim yok, aynı anda dört kitap yazıyorum. Ben işçi sınıfından geliyorum, hayatım hep böyle geçti. Gençken gündüzleri çalışıyor, geceleri okula gidiyordum. Sonra da gündüzleri okula gidip akşamları yazmaya başladım. Karım Dolores harika biri, her şeyi o yapıyor. Onun sayesinde...

(...) Bir gün kendi hayatınızı da yazacak mısınız?
Sekiz yıl önce yazdım bile. Ama hiçbir yayıncı ilgilenmedi. Ünlü değilim ki, sıradan insanların hayatlarıyla kimse ilgilenmiyor. Beni bu kampüste bile tanımıyorlar. Birkaç yıl önce karlı bir günde damadım beni arabasıyla kütüphanenin oraya bıraktı. Genç bir adam bana “Nereye gidiyorsun baba?” diye sordu.

Perşembe, Temmuz 29, 2010

bugün, yağmur...

İlk damlalar kocaman ve nedense beyazdı. Kafamı gökyüzüne kaldırıp baktım, bulutlar o kadar da tehdit edici görünmüyordu. Şemsiyem yoktu. Birazcık yağar, geçer dedim. Yaz yağmuru.. . İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki ışıklara yürüdüm. Yayalara kırmızı ışık henüz yanmıştı, vızır vızır geçiyordu arabalar. Şimdiye dek orada çok durdum biliyorum, yeşil tam 90 saniye sonra yanacaktı.

Beklemeye başladım.

10. saniye: Yağmur hızını arttırdı. Omuzlarım hafiften ıslanıyor.
20. saniye: Yine kafamı kaldırdım, bulutlar hızla birleşiyor.
30. saniye: Sırılsıklam oldum. Yeşil yanınca sığınabilecek bir yer kestirmeye çalışıyorum. Nafile, her yer açık, saçak yok, dımdızlak ortasındayım yolun.
45. saniye: Üzerime kova kova su boşaltılıyor sanki. Muson yağmuru gibi müthiş bir basınçla yağıyor. Yapacak bir şey bulamayınca, ellerimi çaresiz, ceplerime soktum. Sırılsıklamım ve geriye dönüş yok artık.
60. saniye: Arkamda bekleyen yaşlı adam, gök gürültüsü gibi bir sesle “Amaaaaan” diye bağırdı. Bir histeri krizi geçiriyormuşçasına gülmeye başladı sonra. Ben de kendi halime gülüyorum. Ama sessizce.
70. saniye: Adam gülüyor…
80. saniye: Adam gülüyor…
90. saniye: Yeşil yandı. Adam gülüyor. Ben ok gibi fırladım karşıya doğru. Adam yerinde kaldı.

Caddenin karşısından dönüp baktım. Adam gülmeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Damlalar nedense kocamandı.

Salı, Temmuz 27, 2010

mahalleden notlar

Mahallede, küçücük bir dükkânı olan yaşlı bir adam var. Dükkânında simitler, poğaçalar, bazen de birtakım ufak kurabiyeler pişiriyor. Sabahları satabildiği kadarını satıyor, öğleden sonra da kalanları sepetine doldurup sokaklarda dolaşmaya başlıyor.

Dolaşırken, sadece,

-Ben geldim, gidiyorum!

diye bağırıyor. Başka da hiçbir şey söylemiyor. Sesini tanıyanlar, ellerinde bozuk paralarla uzanıyor pencere ve balkonlardan. Onları görünce duruyor, sepetini karıştırmaya başlıyor.

Perşembe, Haziran 24, 2010

rüküş beyoğlu


Yağmur günlerdir aralıksız yağıyor ama kış çoktan bitti. Yeni mahallemde kadınlar kapının önüne sandalye atıp dedikodu yapıyorlar; halıları zaten iki hafta önce yıkayıp kaldırmışlardı. Talimhane otelleri Arap turistlerle dolu; bizim ofisin civarı Dubai’nin yazlığına döndü. Serdar Ortaç’ın “yaza damga vuracak” albümü de çıktı ki böylece artık kış üzerine söylenecek hiçbir söz kalmadı demektir.

Ama birisinin bunu Beyoğlu Belediye Başkanı’na da anlatması lazım. İstiklâl Caddesi yeni yıl karşıladığı süslerle yaza da girdi. Giysiler o berbat Haziran nemiyle vücuda yapışırken, kafamızı kaldırdığımızda ışıl ışıl kardan adamlar, noel babalar, kar taneleri görüyoruz.

Caddenin üzerinden akıp giden elektrik selinin üzerinde tek tük bir iki yıldız da göze çarpıyor. Ama dikkatle bakmamız lazım. Çünkü İstiklâl Caddesi trafiğe kapanırken, herhalde gökyüzünü de kapsama aldı belediye yetkilileri.

Gündüzleri bir başka komik. Işıklandırılmayınca dikenli tele dönen süsler sapsarı İstanbul aydınlığına tezat, gökyüzüne sınır çiziyor. Şunu mu demek istiyorlar acaba: "Buraya kadar bakabilirsiniz! Hem kafanızı niye kaldıracaksınız ki, o kadar dükkân boşuna mı duruyor."

Beyoğlu Belediyesi geçen senenin süslemesini yazdan aşırıp 2011’e kadar getirebilirse, Başkan Ahmet Misbah Demircan’a Üstün Tasarruf Madalyası verilmesini teklif ediyorum. Çoktan hak ettiği rüküşlük madalyasının yanına takabilir.

Pazartesi, Haziran 14, 2010

duvar yanında uyuyanlar



İsrailli yazar Etgar Keret’le Mavi Marmara olayından sonra tanıştım. Bu güne kadar ıskalamam hataymış, ama sonuçta zararın neresinden dönülürse kârdır. Beni ona götüren Haaretz’deki akıllara zarar yazısıydı. Gazete, İsrail’deki kitap haftası vesilesiyle Keret’e bir günlük muhabirlik önermişti. Muhabirliği tam da yardım filosuna saldırısına denk gelince, yazar da sırayla bir sürü yetkiliyi aramış, alamadığı cevapları (beri yandan da aldığı sürreel teklifleri) oturup yazıya dökmüştü. (Şurada Türkçe tercümesi de var.) Şimdilik mailleştik (geçen haftaki İsrail dosyası için); bir fırsat bulursam röportaja da sıra gelecek.

Bir günlük muhabirliği iyiydi; ama yazarlığı daha da iyi. Yabancı yazındaki genç yetenekleri (bu arada Joyce Carol Oates gibi yaşını başını almış yazarları da) ardı ardına basan Siren Yayınları, onun Gazze Blues’unu geçen yıl yayımladı. Bu vesileyle ben de okumuş oldum. Kitap Keret ve Filistin’li yazar Samir El-Youssef’in ortak projesi; içinde ikisinin de çok parlak öyküleri var(El Youssef’inki tek bir uzun öykü aslında; ‘Canavarın Susadığı Gün’)

Keret’i okumaya devam edeceğim. Öteden beri bayıldığım William Saroyan’la, onu da Avi Pardo çevirdiğinden midir bilmem John Fante arası bir sesi, hiç takılmadan ilerleyen delifişek bir ritmi var.

Tadımlık bir cümlesini de not edeyim aşağıya; Kissinger’ı Özlemek öyküsünden geliyor:

“İki tür insan vardır, duvar yanında uyuyanlar ve onları yataktan aşağı iten birinin yanında uyuyanlar.”

Pazar, Haziran 13, 2010

ayakta yazmak


Büyük yazarlar nasıl yazardı? Nedense hiç unutmam, Victor Hugo'nun ayakta yazdığı söylenir. İşte orada, yüksek yazı sehpasının başında, koca Hugo, arada bir sakalını karıştırarak yazıp duruyor saatlerce.

Belki de adamda kuyruk sokumu ağrısı vardı. Ancak aklıma geldi.

Cuma, Haziran 11, 2010

afacan

Dilek Pastanesi’nde yağmurlu bir akşam… Bizi yönlendiren garsona soruyoruz:

- Bahçeniz ne durumda?
- Yazdan kalma bir akşam yaşıyoruz.
- !! Sıcak mı yani?
- Valla ben esprilerimle ısıtmaya çalışıyorum…

Alkışlarımız afacan garsona…

Pazar, Mayıs 30, 2010

Cumartesi, Mayıs 08, 2010

evrendeki en dehşetli şey


Playboy, zamanında Stanley Kubrick’e şöyle sormuş: Hayatın bir amacı yoksa, yine de yaşamaya değer mi?

Evet, fani olmakla bir şekilde başa çıkanlarımız için yaşamaya değer. Hayatın böylesi anlamsızlığı, insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Çocuklar hayata kirlenmemiş bir merak duygusuyla, yaprağın yeşil olması denli basit bir şeyden bile büyük keyif alma kabiliyetiyle başlıyor. Ama büyüdükçe, ölüm ve çürüme onların bilincine sızıp yaşama sevinçlerini, idealizmlerini ve ölümsüzlük varsayımlarını aşındırmaya başlıyor. Bir çocuk olgunlaştıkça, baktığı her yerde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın nihai iyiliğine inancını yitirmeye başlıyor. Ama birazcık güçlüyse –ve de şanslıysa- ruhun bu alacakaranlığından çıkıp hayatın ateşine uyanabilir. Hem hayatın anlamsızlığı yüzünden hem de ona rağmen, taptaze bir amacı ve yemini ortaya çıkartabilir. Doğduğu andaki o saf merakı belki yeniden yakalayamaz ama daha da dayanıklı ve besleyici bir şeyleri şekillendirebilir. Evren hakkındaki en dehşet verici şey onun düşman değil aldırışsız olmasıdır. Ama bu aldırışsızlık haliyle uzlaşmayı becerir ve ölümün sınırları dahilinde yaşamın meydan okumalarını kabul edersek –insan bunları yapmak için ne denli kararsız olsa da- bir canlı türü olarak varlığımız gerçek bir anlama ve doyuma ulaşabilir. Karanlık uçsuz bucaksızsa da, kendi ışığımızı yakmalıyız.

1968'den bu röportajın tamamı şurada.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

bu sakalı kırkarım...


Osmanlı'nın kökenlerine indiği "Between Two Worlds"le tanıyorduk, geçen sene Metis'ten "Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken" ile çıkageldi. Nisan'da da yeni güzel dergi bir+bir'de boy gösterdi (Karacaoğlan Experience, Yücel Göktürk ve Ulaş Özdemir'in söyleşisi). Harvard'dan Cemal Kafadar'ın ağzından harbiden bal damlıyor, damladıkça kafa açıyor.

(...) Karacaoğlan büyük pîr. Böyle birkaç kişinin yüzlerce yıldır, milyonlarca insan için önemli olması müthiş bir şey. Yunus'tan beri gürül gürül akan bir Anadolu Türkçesi var. Yunus, Kaygusuz Abdal, Karacaoğlan bu üçü çok büyük geliyor bana. Kaygusuz'u Ceza gibi birinin hiphop yapıp tanıtmasını isterim yeni kuşaklara. Kaygusuz hiphop gelmiş, hiphop gitmiş.

(...) "Kaygusuz Abdal menem / Fartı furtu bilmenem / Bir tüyünü koymanam / Bu sakalı kırkarım..." Hiphopa çok benzeyen sesini daha çok bunlarda görüyorum.

(...) Kaygusuz'la Abdal Musa'nın geyik hikâyesinin çevreci bir açıdan ele alınması mümkün, ki ben de öyle okumaktan yanayım. Bunu anakronistik olarak görmüyorum, o hikâyenin acayip güzel bir çevreci filmi olmaz mı?

(...) Karacaoğlan, aşkı, insani birlikteliği, tenselliği tecrübe eden, sonra onu şiirine, sanatına döken ve o tecrübeyi daha iyi anlamamızı sağlayan bir insan. Bu bakımdan Karacaoğlan'ın Jimi Hendrix'e benzetiyorum, aynı frekanstalar. Jimi Hendrix'in "Are You Experienced"ını hatırlayın. Karacaoğlan da tecrübe olarak yaşıyor.

Röportajın devamı Mayıs sayısında imiş...

resimdeki de google images'ın dediğine göre karacaoğlan efendim...