Cuma, Haziran 23, 2006

Klinsi bizi de diskoya götür!

Alman milli futbol takımını oldum olası sevmem. Genellikle sıkıcı bir futbol oynarlar; saç kesimleri kötüdür, formaları kötüdür, taraftarları kötüdür ama futbolla biraz ilgili herkesin bildiği üzere HEP kazanırlar. Zaten “futbol 11 kişiyle oynanan ve hep Almanların kazandığı bir oyundur” gibi bir de atalar sözü vardı bunu anlatan!

Disiplinli, takır takır işleyen, son ana kadar aynı düzende çalışan bir makine… Almanlar futbol oynuyor! Böyle makineleri de sevmem zaten, disiplini de. 90 Dünya Kupası’nda her tarafta o berbat Alman formaları vardı. Ulus olarak onu tişört olarak da giymeyi uygun görmüştük. Beeeehh! Mesela bir Franz Beckenbauer de futbol aleminin en sıkıcı adamıdır herhalde; bugünlerde ne sık rastlıyorum ona. Dortmund’da, Frankfurt’ta, Berlin’de her yerde, her statta aynı manasız bakışlarla sahayı tarıyor. Helikopterle bir oraya bir buraya koşturuyormuş bütün maçları seyretmek için. Biz de onu seyrediyoruz.

Ama bir adam daha var ki, onu her gördüğümde seviniyorum. Jurgen Klinsmann… O hiç sevmediğim Alman takımının sempatik forvetiydi. İyi futbolcuydu, biraz bizim Metin Tekin’e benzetirdim onu futbol oynadığı zamanlarda. Klinsmann nedense, o disiplinli Alman takımına başka bir yerlerden sızıvermiş gibi gelirdi bana. Hem çok iyi bir forvetti, hem de efendi, kendi halinde, sürekli yüzü gülen bir adamdı. Sanki bunlar futbol için çok önemli özelliklermiş gibi, şöyle iyi adamdı böyle güzel adamdı filan feşmekan deyip dururuz ya. İşte Klinsman da o kategoriden bir adamdır.

Şimdi bir zamanlar attığı gollerle dünya kupası şampiyonluğuna taşıdığı milli takımının başında. Kulübede ne zaman onu görsem, Almanya’ya karşı bir sempati duyuyorum. Ayrıca Allahı var, takımına da çok güzel top oynatıyor. Kupa başlayana kadar çok eleştirildi ama çok genç ve güldür güldür hücum eden bir takım kurmuş meğerse. Bu sene Arjantin, ABD ve Avustralya ile birlikte futbolseverlerin yüzünü ağartan bir futbol oynuyorlar (nedense de hepsi A ile başlıyor). Oyunu çirkinleştirmeden ve hep gol atmayı düşünerek.

Ve Klinsmann, Almanya her gol attığında bir yumruğunu havaya kaldırıyor, yanındaki oyunculara sarılıyor. Yüzü aydınlanıyor. Futbol yine Almanların kazandığı bir oyun olmaya devam ediyor ama hiç değilse Beckenbauer’in değil Klinsmann’ın başında olduğu Almanya kazanıyor.

Pazar, Haziran 18, 2006

Yukarıda biri mi var? (X Files No.I)

Son günlerde Orkide’de iyice tedirgin olmaya başladım. Giriş katından itibaren merdiven boşluğundaki lambalar artık yanmıyor; gece geç saatlerde apartmana girdiğimde, alt katlardaki dükkânların içinden sızan ışık huylandırıyor beni. Üçüncü katta nihayet, loş da olsa ışığa ulaşıyorum. Daireme çıkarken acele ediyorum (aslında etmemeye gayret ediyorum ya, ayaklarım nedense daha hızlı adımlar atıyor). Dördüncü kata yaklaşırken, fısıltılar duymaya başlıyorum. Artık alıştım bu fısıltılara ama yine de öfke duymadan yapamıyorum. Evet, beni tedirgin eden bu fısıltılara öfkeleniyorum… Elimi cebime atıp anahtarlığı çıkardığımda, metal şıkırtılarla beraber, fısıltılar da biraz hafifliyor. Ama devam ediyor yine de.

Üst katta bir kadın ve bir erkek merdiven boşluğunda oturmuş konuşuyorlar. Orası son kat, çatı katı ve dairelerin arasında ancak iki kişinin ayakta durabileceği kadar bir boşluk var. Onların merdivenin son basamaklarına tünemiş, ellerinde birer sigara, belki birer de birayla sakin sakin konuştuklarını gözümün önüne getirebiliyorum. Ama neden, her gece aynısını tekrarlıyorlar? Neden evlerinde oturup konuşmuyorlar? Onları tanımıyorum da; aslında karşı komşumdan ve apartman yöneticisinden başka kimseyi de tanımıyorum. Tanımak da istemiyorum. Belki bir gece, artık durumdan sıkılıp, kapımı açmadan önce, yukarıya doğru bir iki basamak çıkıp kaş çatacağım ve belki onlar da bana garip garip bakacak. Ama o zaman bütün bu tuhaflık da uçup gidecek ki bu tuhaf huzursuzluğun hayatımdan çıkmasını istemiyorum da.

Evet, Orkide’nin son günlerinde tuhaf bir huzursuzluk yaşıyorum ve fısıltılar da devam ediyor.

Radio Neverland bugün Miles Davis çalıyor. İnatla da So What’ı.

Perşembe, Haziran 08, 2006

Piazza Cavour... What's my life for?..


Morrissey günleri... Dalgın ve dağınık geçiyorlar. Track list, you have killed me, irish blood english heart ve there is a light that never goes out'a sabitlenmiş durumda. Cumartesi günü babayı İstanbul'da göreceğiz. Biletler hazır, bir işim çıkmazsa oradayım. Ee, çıkmasın artık. İşin kötüsü aynı saatte Fildişi Sahilleri - Arjantin maçı var. Festivalin en renkli maçı olacak belki de. Eh, diyorum ki baba kaç defa geliyor İstanbul'a. Ama bu eşleşme de bir daha görülmez ki... Neyse, tekrarı olursa maçın öyle seyredeceğiz artık.

Bugün yağmur yağdı, dalgınlığımı katmerledi. Günlerdir saklıyordu kendini. Doğduğum yerde, yaz başladığında iki gün yağmur yağması adettendir. Böylece benim için de başlamış oldu yaz. Hep böyle dalgınlıkla sürecek herhalde.

Eh işte Morrissey'in de dediği gibi: Piazza Cavour, what's my life for?

Çarşamba, Haziran 07, 2006

The Constant Gardener


Afrika renklerden mi ibaret? Sarı kahve renklerden. Kızıldan... Siyahın tonlarından bir de tabii. Nasıl görmemiz gerekiyor? Nasıl görmemiz için nereye bakmamız gerekiyor?

Peki nasıl bir kadındır bu Rachel Weisz? Bir yılan ağacın gövdesine sessizce dolanır gibi... Orada, kabukların da altında, girip sığınmak için kendine bir yol arıyor. Yanılıyor, yanıltıyor. Yanılgılarıyla daha güzel oluyor.

Çöl... Constant Gardener'da karakter oyuncusu olarak karşımızda. Karakterini ortaya koyuyor da doğrusu, dayatıyor, rol çalıyor. Bu sefer kuşlarıyla da beraber. Tessa (R. Weisz) arıyor, arıyor, kuşlar hep birden havalanıyor sonra...

Bir de bahçelerde bir şey oluyor. Filizlerin, tohumların altında, istenmeyen bir şeyler kök salıyor, ayıklanamıyor...

Cumartesi, Haziran 03, 2006

Arizona Dream'i ararken

Önce Arizona Dream bulunacak ve Orkide 11'in belki de son anılarından biri olarak bira eşliğinde seyredilecek.

Belki bir de bir Wim Wenders filmi.

Yeni ev sahibiyle görüşülecek. Kira meselesi için. Çözümsüz olacak bu da.

Sonra traş olunacak bi güzel. Mis olunacak.

Sinemada Constant Gardener var, içinde de güzelim Rachel Weisz.